İçimde Bir Savaş Patlak Verdi
“Bu aralar sürekli bir ağrıyla uyanıp, ağrıyla koyuyorum başımı yastığa... İyice halsizleştim, o eski neşem ve enerjimden eser kalmadı artık. Sanki tüm vücudum yavaş yavaş o nihai güne hazırlıyor kendini…”
Sözlerine devam ederken, kirpiklerinin ucuna kadar gelip de yanağına damlayamadan oracıkta donan yaşlara şahit oluyordum. Onu ilk kez böylesine çaresiz, acıyla dolmuş ve sıkışmış görüyordum. Kanımı donduruyordu onun bu hali… İçimden alıp götürdüğü şeyleri tarif etmenin mümkünatı yoktu, olamazdı da… İkinci annem bilmiştim ben onu; öyle sahiplenmiştim, öyle benimsemiştim işte… Onun öğütleriyle, tecrübeleriyle doluydu belleğim… Her dediği hayatımın altın bir kuralı niteliğindeydi.
Şöyle bir yokluyorum da hafızamı; anılar tek tek diziliveriyor gözlerimin önüne… Pazar gezmelerindeki neşeli halleri, o şen şakrak kahkahaları, şu anki durumundayken bile beni gülümsetme çabaları, o içindeki katili çökertme umutları, her şeye rağmen dimdik ayakta durması, mücadele halinde hayatına devam etmesi, takdire şayan bir yaşam sürmesi, ister istemez benim de gözlerimin dolmasına neden oluyor. Bir bakıyorum; sarılmışım ona sımsıkı… Ama nasıl sımsıkı, sanki o dakika çekip alacaklarmış gibi onu kollarımdan… Öylesine içten, öylesine duygu dolu…
Kocaman bir çaresizliğin içinde, kocaman bir ölüm davetiyesidir kanser…
Ömrün ne kadar değerli olduğunu, en kısa yoldan anlatan bir başkahramandır o…
Kısacık bir zamana, tüm yapacaklarını sığdırmak zorunda bırakır insanı… İster istemez bunun için uğraşırken bulursunuz kendinizi…
Onun o altın sarısı buklelerine, canlı, dipdiri vücuduna ve bakımlı ellerine baktıkça; içinde taşıdığı hastalıkla ne kadar tezat bir görüntü oluşturduğunu düşünür dururdum hep. Bana göre Fatma teyzem takdir edilmesi gereken biriydi. Kocaman yüreği olan bu insan, hiçbir ameliyata ve kemoterapiye süslenmeden, bakımsız bir vaziyette gitmezdi. İçindeki o canavara inat kendine saygı duyar, kendini sever ve hayatta olmanın gerektirdiği tüm detayları birebir uygulardı. Öyle kocamandı ki yüreği, onu hasta haliyle terk edip giden eşine bile kin beslememişti hiç. Epeyce kötü olduğu ve öksürük krizine tutulduğu bir zamanda, eski eşinin getirdiği bitkisel bir şuruptan içmişti. Öksürüğünün kesilmesine katkıda bulunan o adama, son nefesini verene dek büyük bir minnet duymuştu.
Çocuk tiyatrosu oyunları yazardı meselâ… Hatta kendi hayat hikâyesini bile kaleme alıp sergilemişliği vardır birkaç ilde… Hep bir iz bırakmak isterdi geride… Tüm yaşanmışlıkların bir anlamı olmalıydı ona göre… Öylece çekip gitmek yakışmazdı bu kısa ama dopdolu ömre…
Hayal gücünü hastalığına da yansıtmıştı. Ona göre içinde “kanser” denen düşmanla savaşan askerleri vardı. Ne zaman canı yansa “Şu an içimde bir savaş patlak verdi, benimkiler taarruza geçtiler yine” derdi ve hafife alırdı acısını… Gerçekten acımadıkça canı, kimseye yakınmazdı derdini…
Hiç konduramazdım ona ama sonunda oldu… Sonbaharda oldu… Yorgunluğuna rağmen baş etmeye çalıştığı bu amansız hastalığa, zamansız bir ölümle elveda dedi.
Cenazesine gittiğimde, saçlarında unutulmuş her zamanki bant tokası ve lüle lüle saçlarıyla, sanki derin bir uykuya dalmış gibiydi… Yeniden ayağa kalkacak ve yine kahkahalara boğacak bizi; “Kandırdım sizi, gerçek değil bu, ölmedim ben!” diye muzipçe alay edecekmiş gibi gelmişti. Ama olmadı…
O gitti… Ve her şey aynen duruyordu hayatta, her şey bıraktığı gibi... Parmak izleri silinmedi kapıların tokmaklarından… Bakışları aynalarda hep takip etti gülüşlerimizi… Onu tanımadan, bilmeden, nasılsa yine aynı şekilde buruk ve yitik bir dünya araladı hüzünlerimizi… O yitip gitti kollarımızdan ama kalbimizde hiç ölmedi…
ÖZLEM KARABOYUN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi